Cuma Hutbesi-Allah'ın İpine Sımsıkı Sarılmak
Müfessirlere göre: "Allah'ın ipİ"İnden maksat, Kur'an ve İslâm'dır. "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışmak", hep birlikte İslâm dinine inanma¬yı, onu kabul etmeyi ve gereklerini yerine getirmeyi ifade eder. Hz. Peygamber Kur'an'ı, "Allah'ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış ipidir" diye tarif etmiştir.
Muhterem Müslümanlar!
Allah'a karşı gereği gibi saygılı olmak ve Müslüman olarak ölebilmek için Allah'ın ipine toptan yapışarak tevhid inancında birleşmek, ayrılıktan uzak durmak ve hayatın sonuna kadar imanı korumak gere¬kir. İslâm dini inançta ve amelde birliğe büyük önem verir. Bunun içindir ki inanç alanında Allah'ın birliği ilkesini getirdiği gibi, ibadet alanında da hac ve namaz gi¬bi insanları bir araya toplayarak Müslümanların birliğini sağlayacak prensipler koymuş, amelî tedbirler almıştır. Fert olarak veya bölünmüş gruplar halinde yaşa¬yanların dinlerini ve milliyetlerini korumaları kolay değildir. Bunların sosyal, maddî ve manevî baskılar karşısında dayanma güçleri az olduğundan daima din ve milliyetlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunurlar. Bu tür baskılar pey-gamberleri bile zor durumlarda bırakmış, bu sebeple Allah'tan ve insanlardan yar¬dım istemeye mecbur kalmışlardır.
Değerli Kardeşlerim!
Kur'an insanlar arasında düşünce ayrılıklarının bulunmasını, insanın yaratı¬lış hikmetine ve özelliklerine bağlar. İyi niyete dayalı olması ve makul çizgide kalması halinde bu ayrılıkların insanlar arasında rekabete, dolayısıyla toplumların ilerlemesine ve kalkınmasına yardımcı olacağı da açıktır. Ancak İslâm düşünce ayrılığının düşmanlığa dönüşmesini, insanları çekişen ve vuruşan kamp¬lara ayırmasını müsamaha ile karşılamaz. Nitekim bu âyet-i kerîmede Müslümanların birliği Allah'ın bir nimeti olarak değerlendirilirken, toplumsal barışı tehdit eden -ve İslâm'dan önce örnekleri çokça görülen- çekişme hallerini her an içerisi¬ne düşüp yanabilecekleri ateşten bir çukurun kenarında bulunmaya benzetmiştir. Yüce Allah, insanların böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalmamaları için toptan Allah'ın ipine (Kur'an) sarılmalarını, onun genel prensiplerinin dışına çıkmamala¬rını emretmektedir.
"O'nun (Allah'ın) nimeti sayesinde kardeş oldunuz" ifadesi, İslâm'ın insan¬lar arasında birlik ve beraberliği sağlama konusunda ne derece kaynaştırıcı önem¬li bir unsur olduğunu, hatta din kardeşliğinin, dolayısıyla inanç ve dava birliğinin soy kardeşliğinden daha kuvvetli olduğunu gösterir. Zira soy, dil ve vatan birliği¬nin, aynı ırktan olan Araplar arasında meydana getiremediği barış, kardeşlik ve da¬yanışmayı İslâm, bu millet arasında başardığı gibi farklı ırklar ve soylar arasında da başarmıştır. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur.
Değerli Müslümanlar!
İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir top¬luluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine apaçık de¬liller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. Bir gün ki nice yüzler ağaracak, nice yüzler de kararacaktır. Yüzleri kararanlara, "İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı!" (denir). Yüzleri ağa-ranlara gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler; orada onlar ebedî kala¬caklardır. İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Bunları sana gerçek olarak okumaktayız. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez. Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. İşler, dönüp dolaşıp Allah'a varır.
Kıymetli Mü'minler!
Yüce Allah önceki âyetlerde inkâra sapmaları ve başkalarını da saptır¬maları sebebiyle Ehl-i kitabı kınamıştı, Bu âyetlerde de müminlere iman ve takva¬yı emrettikten sonra başkalarını da İslâm'a çağırmalarını emretmektedir.
Ümmet tabiri burada "topluma önderlik edecek olan grup" anlamına gelmek¬tedir. Yüce Allah(C.C.) Müslümanların içinde onlara önderlik edecek, birlik ve beraberliklerini sağlayacak, onlara iyiliği emredecek, onları kötülükten sakındıracak, insanları İslâm'a çağıracak bir sosyal kontrol me¬kanizmasının bulunmasını istemektedir. Müfessirler Müslümanların böyle bir ku¬rumu oluşturmalarının farz-ı kifâye olduğunu belirtmişlerdir. Bu görev yerine ge¬tirilmediği takdirde, görevin özelliğine göre o topluluğu meydana getiren yükümlülük çağındaki bütün Müslümanlar bu ihmalden dolayı sorumlu olurlar. Nitekim Tevbe Suresinin 122. âyetinde de her topluluktan bir grubun ge¬rekiyorsa ilim yolculuğuna çıkıp dini iyice öğrenmeleri ve toplumlarına döndük¬leri zaman onları eğitip uyarmaları istenmektedir.
Bu faaliyette görev alanlar:
a) İnsanları iyiliğe, doğruluğa, güzel ve yararlı olan şeylere çağıracaklar, kötülükler¬den sakındıracaklardır.
b) Toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlayacaklar, onları bölünüp parçalanmaktan koruyacaklardır.
Sözlükte özellikle "iyi, iyilik" anlamına gelen hayır, İslâmî terminolojide bu anlamların yanı sıra "en iyi, (iki veya daha çok şeyden) daha iyi olanı; yararlı, de¬ğerli, üstün; akıl, adalet, fazilet; servet, malî yardım; Allah'ın insanlar için takdir ettiği iyi durum" gibi manalarda kullanılan geniş kapsamlı bir kavramdır. Kelime¬nin Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde gerek tekil gerekse çoğul şekliyle sık sık tek¬rar edildiği görülür. Âyetlerde genellikle Allah'ın rızasına uygun düşen, insanların kendileri, aileleri ve toplumları hakkında faydalı olan, ahirette sevap kazandıran tutum ve davranışlardan, fert ve kamu yararına olan servet, mülk, kurum ve düzen-lemelerden hayır, bunların zıddı olan şeylerden de şer diye söz edilmiştir.
Aziz Müslümanlar!
Mealinde: "iyiliği emredip kötülüğü menetme" diye tercüme ettiğimiz emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker, dinî ve ahlâkî bütün buyruk ve yasakları kapsa¬yan geniş kapsamlı bir deyimdir. Urf (örf) kökünden gelen ma'rûf "iyi, iyi olarak bilinen, örf haline gelmiş olan tutum"; nükr kökünden türetilmiş olan münker ise "çirkin, kötü, aklın veya dinin kötü kabul ettiği davranış" demektir. İslâmî termi¬nolojide genellikle mâruf "hayır", münker de "şer" anlamında kullanılır. Buna göre emir bi'l-ma'rûf "iyi olanı emretme, iyiliği ve güzelliği yaymaya çalışma, ne¬hyi ani'l-münker ise "kötülüğü yasaklama, kötülüğe karşı çıkma" anlamına gelir.
Kur'ân-ı Kerîm'de sekiz âyette İyiliği emretme ifadesi yer alır. Bir âyette iyi¬liği yasaklayanlar kınanır. Ayrıca otuz âyette mâruf kelimesi "iyilik, iyi güzel, örf haline gelmiş tutum ve uygulama" gibi anlamlarda geçer. Bu ayetlerin birinde "Güzel (mâruf) bir söz, arkasından eziyet gelen sadakadan daha iyidir" buyurulmuştur. Münker kelimesi ise on altı âyette geçer. Bunların sekizinde mâruf kelimesiyle birlikte "iyiliği emretme, kötülüğe karşı çıkma" anla¬mını ifade edecek şekilde, diğerlerinde ise genel olarak "kötü, çirkin, kamu vicda¬nını rahatsız eden, meşruiyet sınırını aşan tutumlar" anlamında kullanılmıştır. Mâ¬ruf ve münker kelimelerinin Kur'ân-ı Kerîm'deki bu kullanımları hadis-i şeriflerde de yer alır.
İslâm ahlâkına göre toplu yaşamak zorunda olan insanlık, bu yaşayışın uyumlu olarak sürdürülebilmesi ve iyiliğin hâkim kılınabilmesi İçin birtakım ku¬rallara uymakla yükümlüdür. İslâm ahlâkında başlıca toplumsal kurallar dinî buy¬ruk ve yasaklarla zaman ve mekâna göre değişmezlik kazanmış, her birey, iyiliğin yaygınlaşması ve kötülüğün önlenmesine kendi ölçüsünde katkıda bulunmakla yü¬kümlü kılınmıştır. İslâm toplumunun en önemli ilkelerinden olan emir bi'l-ma'rûf nehyi ani'l-münker görevinin yerine getirilmesi, her Müslümanın, toplum içindeki konumuna, maddî ve manevî gücüne göre katıldığı bir sorumluluktur. Kur'ân-ı Kerîm'deki ifadesiyle "yeryüzüne sâlih kulların hâkim olması" idealine hizmet etme sorumluluğudur. Hz. Peygamber bu görevin önemini ve kap¬samını şu şekilde belirtir: "Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olursunuz ve zalimin İki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa zorlarsınız veya (bunu yapamazsanız) Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine ben¬zetir ve daha önce İsrâİloğulları'na olduğu gibi size de lanet eder" Kur'ân-ı Kerîm, savaş zamanlarında bile belli bir topluluğun sa¬vaşa katılmayıp, dini öğrenmelerini ve savaşa gidenler döndüklerinde onları uyar¬malarını, iyiliği emretme kötülüğe karşı gelme faaliyetini sürdürmelerini öngör¬müştür. Hz. Peygamber'in şu sözü bu konuyla ilgili olarak normal şartlarda her müslümana görev yüklemektedir: "Bir kötülük (münker) gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin ki, artık bu da imanın en zayıf derecesidir"
Buna göre:
a) "Kötülüğü el ile önleme" sorum¬luluğu, Müslümanların toplumda iyiliğin kökleşmesini ve kötülüğün giderilmesini sağlayacak bir siyasî güç meydana getirmek ve sağlam bir toplumsal yapı oluştur¬makla yükümlü kılar. Bu sağlam yapı vicdanı ve ahlâkı bozulmuş olduğu için kö-tülük işlemekten çekinmeyenleri, hiç olmazsa açıktan açığa kötülük işlemekten uzak tutar. Ancak hadisin "kötülüğü el İle önleme" kısmının rast gele kişilerin ka¬ba kuvvet kullanmalarını, düzensizliği ve başı bozukluğu ifade etmediğini belirt¬mek gerekir.
b) "Kötülüğe dille karşı çıkma" sorumluğu genel olarak iyilikten yana olma ve kötülüğe tepki gösterme bilincinin toplumda canlı tutulmasını, eğitim, öğretim, irşad, yazılı ve sözlü yayınlar gibi kurumsal çalışmaların önemini gösterir. Bunun için Ayet-i Kerime'de Mealen: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir top¬luluk bulunsun" buyurulmuştur.
c) "Kötülüğe kalben buğzetme" bütün Müslümanlar için en düşük düzeyde bir sorumluluktur. Anılan hadiste Hz. Peygamber bunu "imanın en zayıf derecesi" saymıştır. Çünkü kalple buğz, -olumlu davranışlarla tamamlanamadığı sürece-"el" ve "dil" ile kötülüğe karşı koyma yollarına başvurmadaki acizliği ve güçsüz¬lüğü gösteren pasif bir tavırdır.
İyiliğe arka çıkıp kötülüğe karşı koyma, ağır olduğu kadar da değerli bir ödevdir. Ancak insanları iyilik yapmaya ve kötülükten uzak durmaya çağıran ki¬şinin, öncelikle kendisi bu görevi yerine getirmelidir. Bununla ilgili bir hadiste bil¬dirildiğine göre böyle birini cehennemde görenler, "Ey filân, bu ne hal! Sen dün-yada iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?" derler. Adam şu cevabı verir: "Ben size iyiliği emreder, fakat kendim yapmazdım; kötülüğü yasak¬lar, ancak kendim kötülük yapardım"
Müfessirler bu görevi üstlenecek kimselerin, -görevi hakkaniyetle yerine ge¬tirebilmeleri için-bazı özelliklere sahip olmalarının şart olduğuna işaret etmişler¬dir. Bu kimselerin her şeyden önce güç ve kudret sahibi olmaları; iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt edecek derecede ilim ehli olmaları ve beşerî münasebetleri gü-zel bir şekilde yürütebilecek iyi ahlâka sahip olmaları gerekir. Güçsüz kişiler bu görevi yerine getiremeyecekleri gibi, cahiller de yerine getiremezler. Bunlar iyiyi kötüyü birbirinden ayırt edemedikleri için bazan insanları hayır diye şerre çağıra¬bilirler; kötülükten sakındırmak isterken iyiliği engelleyebilirler. Yumuşak davranılması gereken yerde sert, sert davranılması gereken yerde yumuşak davranabi¬lirler. Bu görevlerin tatlı bir üslûpta yapılması, görev yapılırken gönül kırmaktan ve fitne çıkarmaktan sakınılması gerekmektedir. Nitekim Allah Hz. Peygamber'e kötülüğü en güzel davranışla savmasını emretmiş, böyle yaptığı takdirde düşman¬ların dahi dost olacağım bildirmiştir.
Geçmişte peygamberlerin getirdikleri kitaplara ve apaçık delillere rağ¬men insanlar, anlamsız ve faydasız tartışmalar yüzünden asıl görevlerini unutmuş¬lar ve kendilerine tevdi edilen emaneti koruyamamışlardır. İçine düştükleri ayrı¬lık, toplumların bölünmesine ve parçalanmasına sebep olmuştur. Sonuçta insanlar hakkı ayakta tutamaz, iyilikleri tavsiye edemez, kötülükleri engelleyemez duruma gelmişlerdir. Fakirler, mazlumlar ve âcizler ezilmiş, güçlülerin, zenginlerin ve za¬limlerin haksızlıkları karşısında bir şey yapılamamıştır. Neticede insanlar mutsuz olmuşlar, dünya onlar için bir zindan, hayat katlanılamaz bir işkence haline gel¬miştir. Bu yüzden Allah Müslümanları uyarmakta, geçmiş milletlerin düştükleri hataya düşmemelerini emretmektedir.
Kıyamet gününde bazı yüzlerin ağaracağı, bazı yüzlerin de kara¬racağını bildiren bu ayetler de mecazi ifadelerle bazı kişilerin sevineceği ve bazıla¬rının da üzüleceği anlatılmaktadır. Dünyada Allah'a ve Resulü'ne inanan, emirlerine uygun hareket edip güzel işler yapanların âhirette Allah huzurunda yüzleri ak, alınları açık olacak, uta¬nacak ve üzülecek durumları olmayacaktır. Allah'ın rahmetine erecekleri ve ebedî kalmak üzere cennetine girecekleri için sevinçli ve mutlu oldukları yüzlerinden bel¬li olacaktır. Yüzleri kararanlara gelince onlar, dünyada Allah ve Resulü'ne inanma¬dıkları veya inandıktan sonra inkâra saparak Allah'ın emirlerine aykırı davranışlar¬da bulundukları için âhirette Allah'ın huzurunda kendilerine "İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz?" şeklindeki azarlama sorusuna muhatap olunca utanacak ve üzü¬leceklerdir. Tabii ki o gün utanma veya üzülme hiçbir fayda sağlamayacak ve dün-yadaki inkârları yüzünden âhirette büyük bir azaba çarpılacaklardır.
Mustafa Hamdullah ERGİN
GEYVE HABER
Kaynakça:
Kur'an-ı Kerim: Surei Ali İmran Ayeti Kerime; 103-104-105-106-107-108-109.
#