İbrahim AÇILAN
Yazı-Yorum
Bir Gönül Ddostu
Tabiatı, dağları, yaylaları,ile bir tabiat harikası olan Geyve, ayni zamanda o tertemiz, sımsıcak bir o kadar da esprili insanları ile tam bir zenginlikler denizi. Sanırım bir araştırma yapılsa Nasreddin Hoca’yı, Bekrî Mustafa’yı, İncili Çavuş’u ve Taraklı yalazacılarını kıskandıracak ne kişiler ve ne olaylar çıkar ortaya.
Çay Köyü her şeyiyle; taşı, toprağı ve yapısıyla bir mizah küpüdür. Köyün kendisi bile insanları gibi kıpır kıpırdır. Duramaz bir türlü yerinde . Kayar durur. Ara sıra köyde kaç ev kaldığını sorduğumda birkaç ev kaldığı, onların da yakında toptan göç edeceğini söylerler. Bu tabiat felaketini bile mizah ile karşılayabilecek bir anlayışa sahiptir Çaylılar.
Çaylılar deyince akla ilk gelen mizah makinelerinden birisi de Hasan Arıcı’dır. Yıllardır süren dostluğumda bir defa bile kızdığına şahit olmadım. Sınıfta öğrencileri en çok üzdükleri anda bile en öfkeli sözü “ Hay canavarlar yimeyesi” dir. Sohbet sırasında “Eee…Şimdi…Hıh” dediği anda bilin ki kahkahanın en koyusunu az sonra koyvereceksinizdir. Anlatacağım iki olay bizim Hasan’ı daha iyi tanımanızı sağlayacaktır her halde. Askerliğini Akhisar’da yapar Hasan Arıcı. Bir gün önlerine dökerler çuvallar dolusu soğanı. Soy soy bitmez, soy soy bitmez. Herkesin gözleri kan çanağına dönmüştür. Tam işin ortasında Hasan ellerini açar ve
“ Hey büyük Allah’ım, sen bu soğanı hangi ağaçta büyüttün böyle, zehir gibi acı” der. Yanındakilerden birisi anında yutmuştur zokayı. Hemen atılır “ Hocam, bu soğan ağaçta yetişmez “ der. Hasan büyük bir şaşkınlıkla “yaa” der “ nerede yetişir bu soğan? ” yanındaki büyük bir iştahla başlar soğanın macerasını anlatmaya. Hasan arada bir “haa”, “yaa”, “Allah Allah” diyerek anlattırır durur. En az yarım saat anlatır zavallı. Sonunda yanlarına Hasan’ı tanıyan birisi gelir de sorar ne anlattığını. Adam “ Hasan Hocam soğanın nasıl yetiştiğini bilmiyormuş da onu anlatıyorum” deyince yeni gelen “ Hay akılsız” der, “Hasan Hoca Geyve’li, soğanın yatağından geliyor, sen de bir güzel işletiliyorsun.” Zavallı boynunu büküp “ Yapma yaaa” deyince herkes koyverir makaraları. Soğanın döktürdüğü göz yaşlarına bir de kahkahanın yaşları karışır.
İkinci olay Hasan’ın gençlik yıllarında geçer. Buğdaylar biçilmiş, harmana taşınmıştır. Buğdayın çalınmaması için bekçi gerekir ama hiç kimse gönüllü değildir. Hasan ve iki amca oğlu nöbete bir şartla talip olurlar. Üçüne bir tavuk pişirip vereceklerdir. Çaresiz kabul ederler. Tavuk pişirilir ve üç amca oğlu nöbete giderler. Kocaman bir meydan ateşi yakılır. Birisi “ Biz az önce yemek yedik, tavuğu sabah yiyelim” der. Bir diğeri de “ Bu tavuk üçümüze yetmez. Yatalım, en uzun rüyayı kim görürse tavuğu o yesin” der. Teklif kabul edilir ve yatarlar. Bir müddet sonra bizim Hasan kalkar ve tavuğu bir güzel mideye indirir. Sabah uyanırlar. Hasan birine “ Eee amca oğlu , anlat bakalım, neler gördün” der. Amca oğlu başlar anlatmaya. “ Ben” der, “ Gece yerin yedi kat dibine indim. Orada şöyle maceralar yaşadım, böyle maceralar yaşadım.” Hasan diğer amca oğluna döner, “ Sen neler gördün” der. İkinci amca oğlu “ Ohoo, o da bir şey mi “ der. “ Ben göğün yedi kat üstüne çıktım. Oralarda şöyle oldu, böyle oldu.” Sonra ikisi birden Hasan’a dönerler.
“ Sen ne gördün” derler. Bizim Hasan’da cevap hazır. “Ben” der “ İkinizin de çok uzaklara gittiğinizi gördüm, nasıl olsa kolay kolay gelemezsiniz tavuk da bozulmasın diye tavuğun hepsini afiyetle yedim” . Zavallılar hem toprak üzerinde sabahlamışlar, hem de aç kalmışlardır.
Can Hasan, sana binlerce tavuk feda olsun. O gülen yüzünle, güldüren şakalarınla çok yaşa emi …
#