Güldük diken olduk…kardeştik, düşman olduk…(1)
Bir şehrin en işlek caddesinde küçük bir kitapçı dükkanının önündeki kaldırıma bırakılan, patlamaya hazır bir bomba… Ve, birazdan son nefeslerini vereceklerinden habersiz, adım adım ölüme yaklaşan insanlar… Birbirine kenetlenmiş, bu zamana kadar kim bilir üstünde kaç dilenciyi doyuran kaldırım taşları… Kitapçı vitrininde; sanki insanlara unuttukları, yok saydıkları değerleri hatırlatmaya çalışan, birbirleriyle alt alta, yan yana duran, biri satın alınsa öbürü ağlayacakmış gibi bakan Necip Fâzıl ve Nâzım kitapları… Birazdan tuzla buz olacak camlar… Birazdan birbirlerine karışacak sesler… Birbirlerine dolaşacak adımlar, somurtacak gülen yüzler… Ve sessizlik… Ve tükenen saniyeler… Ve sessizliğin ardından kopan bir gürültü: bomba!
...
Başını ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı, yırtık önlüklü küçük çocuk. Ve dudaklarının arasından gözyaşlarıyla sulanmış iki kelime çıktı: “Kan akmasın.”.
Sadece küçük bir çocuğun ağzından çıkan sessiz birkaç kelime değildi bu. Koca “Türkiye insanının” yıllardan beri süregelen serzenişiydi bu: “Kan akmasın.”.
Yıllar önce bir tohum atıldı toprağa. Yardı toprağı bir gün o tohum ve çıktı gün yüzüne. Su verip besledik gün yüzüne çıkan filizleri. Olgunlaştı. Büyüdü filizler. Ve bir gül verdi; yeni bir günün sabahında; düş, dua ve kardeşlik kokan güzel bir gül. Lâkin birileri gelip kopardı gülümüzü, o yeni günün akşamında.
Dokunmak için uzatmıştık ellerimizi gülümüze, koparıldığından habersizce. Dikenler battı her birimizin eline. Acımıştı canımız ve kanamıştı ellerimiz. Sonra biri çıktı karanlıkta ortaya. Tanımadığımız, bilmediğimiz, sureti müphem biri. Dikenler batıp kanayan ellerimizle kaybolan gülümüzün ardından duyduğumuz üzüntü ve karşımıza çıkan bu adamın yüzündeki alaya olan şaşkınlığımızla kalmıştık gecenin karanlığında…
Oturup yaralarımızı sarmaya çalıştık birbirimizin, kanayan yaralarımızın acısını dindirmeye çalıştık. Ve o sıra, o tanımadığımız adam yanımıza geldi. Suratında, sanki acımızdan zevk alan, anlam veremediğimiz bir ifade… Ve elinde büyük silahlar…
Oturdu yanımıza teksas şapkalı, topuklu çizmeli ve paçalarının birinde kan, diğerinde petrol lekeleri olan adam. Sonra, elindeki silahları tutuşturdu elimize. Her birimize birer silah vermişti. Daha sevgilisinin yumuşak ellerini tutamayan on yedisindeki-onsekizindeki gençleri, sert-kaba silahlarla tanıştırmıştı… Ardından; kanayan ellerinin acısını unutup şaşkınlıktan el ele tutuşan, usul usul ellerinden akan kanları birbirlerinin kanına karışan iki kardeşin yanına gitti; paçalarının birinde kan, diğerinde petrol lekeleri olan adam. İki kardeşin kollarından tutup ayırdı onları birbirlerinden ve tekine dönerek “Sen Kürt’sün.” ve diğerine dönerek “Sen Türk’sün.”dedi. Sonra da arkasını dönerek, hızlı adımlarla karıştı karanlığa. Ve sonra karanlığın içinden, tetiğine basanın kim olduğu bilinmeyen, geceyi yırtıp gelen bir silahın sesi ve bir kurşun izi… Ve kargaşa… Ve kavga… Ve düşmanlığa dönüşen kardeşlikler… Ve terör… Ve kan…
#