BAŞIMIZA GELENLER
Murad Hüdavendigâr’la Kosova’ya gitmek, Sultan Mehmed’le İstanbul’un surlarının dibinde dolaşmak, Yavuz’un Mısır’a, Kanuni’nin Viyana’ya yaptığı o muhteşem seferlere ortak olmak hem talebeye hem de öğretmene heyecan verir. Ama sonra yavaş yavaş bir duraklama başlar. Eski fetih coşkusu kalmamış, padişahlar orduların önünde sefere çıkmamaya ve geniş toprakların kaybedildiği ağır yenilgiler alınmaya başlanmıştır. Sonra bu duraklama süreci kendini gerilemeye bırakır. Yaşanan problemlere çözüm bulmaya çalışanlar, Avrupa’daki gelişmeler ışığında ıslahatlar yaparak bu kötü gidişe son vermek isteyenler elbette vardır; ama makûs sürece bir defa girilmiş ve devlet hazin sona doğru yol almaya başlamıştır. İşte o mağlubiyet ve mağduriyet asırlarının, eski güç ve kudretten yoksun yılların işlendiği dersler daha bir ağır ve biraz da buruk geçer. Bu durum dersi anlatan için de, dinleyen için de böyledir dense yanlış olmaz. O derslerde en fazla sorulan sorular, niçin geri kaldığımız ve nasıl bu hâle düştüğümüzdür. Üstelik bu sorular öyle birkaç dakikada izah edilecek kadar da kolay değildir.
Peki, biz neyi, neleri ihmal ettik ve bu hâle düştük?
Aslına bakılırsa kuruluş yıllarından Kanunî devrinin sonuna kadar geçen sürede Osmanlı’da iç ve dış saffet doruktaydı. Ciddî bir irade, nihayetsiz bir sabır ve enerjiyle Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanma yolunda mücadele ediliyordu. En küçük ferdinden padişahına kadar cemiyet içinde herkes derin bir metafizik gerilimle donanmış; aksiyon ve hamle ruhuyla şahlanmıştı. Temsil keyfiyetinin tam manâda yapıldığı yıllarda padişahlar, kahramanlığın sarayda değil, cephede, serhat boylarında olduğu şuuru içinde askerle birlikte savaşmış, ölümü göze almış, saraylarda yan gelip yatmayı tercih etmemişlerdi. Osman Gazi’den Murad Hüdavendigâr’a, Yıldırım’dan Yavuz’a, Kanunî’ye kadar herkes Allah’ın lütfettiği mukaddes vazifenin şuuru içinde cephede ordusunun önünde savaşmış, cihanı fethetmiş, son nefeslerini seferlerde vermişlerdi. Onların en büyük aşk ve iştiyakları cephede ölmekti. Yatakta ölmek, dini ve milleti hesabına koşmaya alışmış bu insanlar tarafından ayıp görülmüştü. Ne zaman ki padişahlar ordularıyla sefere gitmemeye, saraya gömülmeye başladılar, işte o zaman çürüme ve kokma baş gösterdi. “Padişahlar artık cephede savaşmazlar; savaşmazlar, çünkü onlar ölürse devlet çöker” anlayışı idareye hâkim oldu. Gerileme, gevşeme ve çözülmeye giden yolu açan bu idareci profili bizi yedi bitirdi. Hareketsiz kalan devlet erkânı içten içe birbirini kemirmeye başladı. Bu, çok acıklı ve esef verici bir hâldi.
Metafizik gerilimin muhafaza edilmesi ve cihad ruhunun canlı tutulması, Osmanlıların yaşayabilmesi adına en büyük garanti oldu. Dolayısıyla necip milletimiz tarihin ibret sayfaları içinde yerini alan Pompei, eski Mısır, Roma ve Endülüs’ün akıbetine uzun zaman uğramadı. Uzunca bir süre sulhun, sükûnetin, inanca saygının, hakkaniyetin temsilcisi olan, adaleti esas alan idaresiyle dünya muvazenesinde “dengeyi sağlayan” bir güç olarak varlığını muhafaza eden Osmanlı Devleti, temsil ettiği âli değerleri 18. asrın başlarından itibaren yavaş yavaş kaybetmeye ve düşüş yaşamaya başladı. Oysaki Devlet-i Âliye, İslâmiyet gibi, muhteşem bir kıymete sahip olmanın hakkını uzun zaman vermiş; beşere insanlığı ve medeniyeti öğretmiş; dünyanın değişik yerlerinde muvazene unsuru olmuştu. Basiretli, firasetli, tecrübeli devlet adamlarının elinde bu millet tam dört asır âleme nizam vermişti.
Öte yandan Osmanlılar eliyle İslâm’ın dünyada hâkim rol oynamasını hazmedemeyen bir hayli millet vardı. Bundan dolayı ecdadımız Avrupa’ya adım attığı günden itibaren bazı din mensuplarının kin ve husumetini üzerinde topladı. Bu kin ve husumet farklı milletleri bir araya getirdi. Bunlar hiç boş durmuyor; çeşitli oyunlarla milletimizi devamlı baskı altında tutuyor ve gelişmemize fırsat vermiyorlardı. Kilisenin de tesiri altında korkunç bir taassup ve yobazlıkla içlerinde besledikleri düşmanlık her geçen gün çoğalıyordu. Asırların dev çınarına karşı hiç durmaksızın devam edegelen Haçlı seferleri, Avrupalıların bize karşı birlik içinde toplum oluşturmalarının örneğini teşkil ediyordu. Esasında tek başına bir milletin bütün bunlara mukavemet etmesi çok zordu. İslâm âleminin Batı karşısında son karakolu olan bu yüce millet 3-4 asır devamlı olarak bunları göğüsledi; ama sonunda devrilmekten kurtulamadı.
Dünyevîleşme ve zafer sarhoşluğu
Açıkça belirtmek gerekir ki o koca devlet, doymayan bir girdap misali tarihte nice milletleri yutan tenperverlik ve rahat tutkusuna yenik düştü. Çoluk-çocuğa düşkünlük, ideal ve mefkûre insanı olamama, mesuliyet duygusunu yitirme gibi zaaf ve hastalıklar gerilememize zemin hazırlayan sebepler arasında yer aldı. Bizi biz yapan dinî his ve düşüncenin dünyamızdan çekilmesiyle Batı karşısında bir eziklik ve ruhlarda kölelik yaşanmaya başlandı. Dış borçların yükseldiği bir dönemde Dolmabahçe Sarayı’ndaki süslemeler için 16 ton altın harcandı. Asla değişmeyen ilâhî kanun çok geçmeden hükmünü vazetti ve biz, ihtişamıyla insanı büyüleyen o sarayın duvarlarında yıkılışın hazin tablolarını seyrettik. Oysa Topkapı Sarayı’nın sadeliği içinde yaşadığımız yıllarda zirvelerde dolaşıyor, serhat boylarında, Belgrat’ta ve Viyana önlerinde at koşturuyor, dünyaya sözümüzü dinletiyorduk.
Osmanlı’yı yıkan sebeplerden biri de, fetihlerin verdiği zafer sarhoşluğuydu. Güçlü ordularımız ve irademiz sayesinde dünyayı hep hâkimiyetimiz altında tutacağımızı, ganimetin devamlı akacağını zannettik. Ama öyle olmadı. Hasımlarımız yeni açılımlar yaparken, süper devlet olma yollarını bulup yürürlerken biz idarî, siyasî, askerî, iktisadî, kültürel sahalarda alternatif projeler gerçekleştiremedik. Bir kısım esasları ve disiplinleri iyi muhafaza edemedik. Son dönemler itibariyle -Sultan Abdülhamid gibi bazı istisnalar hariç- bir Yavuz, bir Kanunî gibi hareket edilemedi. Cennetmekân Yavuz, sekiz senelik saltanatına seksen senelik işleri sığdırmayı başarmış; Kanunî ise, 46 senelik saltanatını hep at sırtında ve cepheden cepheye koşarak geçirmişti. Elbette bu, son bir iki asırdaki padişahlarımızın kötü oldukları manâsına gelmiyordu. Ne var ki, olmaları gerektiği ölçüde olmadıkları, dünyevîleşmenin, saray hayatının, ruhî çöküntünün bu dönemde ağır bastığı, koşarken ölme arzusunun terk edildiği, en acısı da umursamazlık havasının etrafı sardığı acı bir gerçekti.
İlâ-yı kelimetullahın terki
Biz, “emr-i bi’l-mâruf” yaptığımız sürece hep aziz olarak kaldık. Ne zaman ki bu mübarek vazifeyi terk ettik, o zaman üzengi öper hâle geldik. Bu hayatî vazifenin terki bizim için mezellet (itibarsızlık) devrinin başlangıcı oldu. İ’lâ-yı kelimetullahın ihmale uğraması ve üst idarenin gevşekliği orduya da sirayet etti. Serhat türkülerinin yerini, yaşama arzusu ile alâkalı türküler aldı; hâneperestlik ruhlara hâkim oldu, şevk yitirildi, asıl gaye unutuldu. O kudsîler ocağı bazı sefil arzulara yenik düştü ve kadavralaşma dönemine girdi. Öyle zaman oldu ordumuz, kendi sarayını, kendi hükümdarını düşman belledi. Maddî-mânevî cihaddan mahrum bırakılan milletimizin ve ordumuzun fertleri arasında sürtüşmeler baş gösterdi ve Osmanlı, tarih sahnesinden çekilmeye başladı.
19. asırda Osmanlı’yı iyice ablukaya almaya başlayan Batılılar, onun kılcal damarlarına kadar sızdılar; içte ve dışta sürekli sırtından hançerlediler. İçimize ırkçılık mülâhazaları atarak, kabileleri tahrik ettiler, kin ve nefret tohumları ekerek milletimizi paramparça edip bizi birbirimize düşürdüler. İşgal ettikleri yerlerde zihinlerde bir sürü virüs bırakıp ardı arkası kesilmeyen dâhili boğuşmalara sebep oldular. Batı dünyasının “hasta adam” yaftasını vurmasından sonra bile iki asır yaşayan devlet, en sonunda İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’nın kıskacı altında kapaklanıp kaldı. Koskoca bir devletin üç-beş maceraperestin gadrine uğraması sadece içinde bulunduğumuz coğrafyada değil, dünya siyasetinde de büyük bir boşluk meydana getirdi. Cihan Harbi sonrasında hilafet merkezi İstanbul işgal altında kaldı. Ciğerleri sızlatan bu hâdiseler tarihin hafızasına kaydedildi. Tarih yapan şanlı bir millet, vefasız dostların ve amansız düşmanların elinde Misak-ı Millî ile hudutları çizilmiş küçük bir ülkeye sıkıştı.
İlim, teknik ve fen düşüncesinden uzaklaşma
Geri kalış sebeplerimizden biri de ilim, teknik ve fen düşüncesinden uzaklaşmış olmamızdı. Eşya ve hâdiseleri kendi değerlerimiz zaviyesinden araştırmamamız; ilim, teknik ve teknoloji sahalarında Batıda yaşanan gelişmeleri takip etmememiz bize çok pahalıya mal oldu. Buna bir de aydınlarımızın gafleti eklenince durum bir kat daha ağırlaştı. Osmanlı’nın son asrında devlet eliyle ilim ve teknik transferi için dışarıya bir hayli insan gönderildi. Ama gidenlerin çoğu, gittikleri yerde mahiyet değiştirdi, fıtrat ve karakter dejenerasyonuna uğradı. Bunlar arasında milletini, tebaasını değiştirenler bile oldu. Peş peşe gelen ihmaller zinciri neticesinde devlet, hem bir zamanlar gül gibi idare ettiği o geniş toprakları hem de sınırları içinde açılan yabancı okullar vasıtasıyla en keskin dimağlarını kaybetmeye başladı. Hafife alınmak, bir şey yapamayacağımıza inandırılmak işin bir başka boyutuydu. Şimdilerde umut verici bir gelişme olarak, bu his ve bu yanlış kabul yıkılmaya, çağ ile yeniden hesaplaşma arzusu dillendirilmeye başlandı.
Aşk ve heyecan kaybı
Acı da olsa bir hakikati daha ifade etmek gerekir ki, asırlarca insanlığa medeniyet dersi veren ve dünyanın kaderine hükmeden bu millet, Osmanlı’nın son yıllarında İslâmî aşk ve heyecanını, kendi özünü kaybetmişti. Tarihi dinamiklerinden, kültür birikiminden uzaklaşmış, en önemlisi de dinini yarım yamalak yaşamaya başlamış ve Müslümanlığı zahiren temsil eder hâle gelmişti. Devletin belli kademelerindeki insanlar dünyaya sarılma arzusu ve gününü gün etme gayreti içine girmişlerdi. Cemiyet iç dünyası itibariyle kendini değiştirmiş, ruh ve manâda deformasyona uğramış; fikir sadakasına muhtaç duruma gelmişti.
Bizim ruhlarımızın sefilleşmesine ve içten içe çürümemize sebep olan hâdiseler işte bundan sonra başladı. İnanç esaslarının ihmal edildiği bir yaşama sevkine kendi kaptıran nice millet gibi bizde tarihin omuzlarımıza yüklediği vazifeleri yitirdik. Vatan sınırlarının korunması hassasiyeti içinde ferdî ve içtimaî yapının korunmasına aynı hassasiyeti gösteremedik; millî ve dinî değerlerimizden uzaklaştık. Gelecek adına hazırlanamadık, yeni plân ve projelerle gündemi belirleyen güç olamadık, genç nesilleri bu anlayışa göre yetiştiremedik. Dolayısıyla millet adına genç kalamadık ve tıpkı içi boşalmış bir çınar gibi devriliverdik.
Son iki üç asırdır kömürleşen bir ulu çınar gibi kendini yenileyemeyen ve dirilemeyip tarih sahnesinden çekilen milletimiz, şimdilerde yeniden toparlanma gayreti içindedir. Bu ikinci dirilişimiz öncelikle ihmallerimizi giderip günahlarımıza tevbe etmemize, batıl yollar ve sistemler yerine Allah’ın kanunlarına riayet etmemize bağlıdır. Üç asırdır en mühim kusur ve günahlarımız ilimde geri kalmak, cehalet, fakirlik ve iftiraktır. Bunların tevbesi de, ancak millet olarak zenginleşmemize, bütünleşmemize, sanat, maarif ve ilim fikrine sahip çıkmamıza bağlıdır. Bunları gerçekleştireceğimiz âna kadar, tevbemiz tamam değil demektir. Şahit olduğumuz güzel gelişmeler, cihanın dört bir yanından gelen sevindirici haberler milletimizin bu ideali gerçekleştireceğinin en büyük delilidir.
Murat Duman
#