Bugüne kadar dağlara çıkmış, vadilere inmiş, ormanlarda kaybolmuş, fakat hiç kanyon macerası yaşamamıştım.
Geyve – Taraklı arasında yaptığımız yolculuklar sırasında, Hark köyü civarında bir kanyon olduğunu öğrendim. İlginç olan şu ki, civardaki köylüler bile kanyon hakkında pek bir şey bilmiyordu.
İnternetten araştırdım. Bulabildiğim iki fotoğraf, kanyonun giriş veya çıkışından çekilmişti. Yani elimizde sadece kapının fotoğrafı vardı.
Yine, iki yerde Hark kanyonu bahsi şu şekilde geçiyordu: `Hark kanyonu görülmeye değer bir tabiat harikasıdır.` Bu cümlenin dışında kayda değer bir şey yoktu. Ne kanyonun uzunluğu ve genişliği, ne de buna benzer bilgiler...
Görülmeye değerse, mutlaka oraları gören olmuştur diyerek araştırmayı derinleştirdim. Fakat kanyona inildiğine dair en ufak bir bilgiye, fotoğrafa rastlamadım.
Mesele iyice gizemli bir hal almıştı.
Ekibi oluşturup cumartesi sabahı saat dört civarında İstanbul`dan yola çıktık. Kendimizce, gerekli malzemelerin hepsini tamam edip sırt çantalarına doldurmuştuk.
Geyve`de mola verdikten ve Selçuk Özer arkadaşımızı da ekibe dahil ettikten sonra, artık kanyona doğru yola çıkabilirdik.
Keyifli bir yolculuktan sonra, Hamza pınar ve Karagöl üzerinden Hark kanyonunun olduğu bölgeye geldik.
Fikrimiz, maceralı bir günün bizi beklediği yönündeydi.
Kanyonu aşağıdan yukarıya değil de, yukarıdan aşağıya doğru geçecektik. Bu, bilerek alınmış bir karar değil, öylesine oluşmuş bir durumdu. Kader diyelim.
`Hadi bismillah` diyerek kanyondan içeri girdik.
İlk metreler
İlk metrelerin hayli eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Kanyonda akıntı halinde su yoktu, sadece yer yer birikintiler vardı.
İlk karşılaştığımız su birikintisi, sopayla yaptığımız ölçümlere göre dizimizi biraz geçiyordu. Daha sonra başımıza nelerin geleceğini bilmediğimiz için, ilk engeli, pantolonum ıslanmasın diye tahmin ettiğiniz şekilde geçtim.
Kanyon içindeki yolculuğumuz ilerledikçe, engeller de sıklaşmaya başladı. Bazı engelleri aşmak için insanüstü bir çaba sarf etmemiz gerekiyordu. Tamam dediğimiz malzemeler, ancak kanyonun ilk birkaç metresinde piknik yapmamız için yeterliydi(!)
Sinekleri saymazsak, bizim dışımızda, kendi isteğiyle kanyona inmiş bir canlı bile yoktu. Yukarıdaki yuvalardan düşüp ölmüş kuş yavruları, hatta minik bir yılan vs...
Özellikle baktık; insana ait en ufak bir işaret bulamadık: Pet şişe, naylon poşet, izmarit vs.
Hark kanyonunu şu şekilde tarif edebilirim:
Su, binlerce yıllık uğraşıdan sonra, kayaları adeta bir dantel gibi işlemiş. En sert kayalar bile suyun ısrarına karşı direnç gösterememişler. Ortaya öyle güzel desenler, oluşumlar çıkmış ki, seyretmeye doyum olmuyor. Özellikle damarlı kayalardaki renk oyunları görülmeye değerdi.
Kanyonun derinliği, yerine göre iki yüz metreyi geçiyor. Genişlik ise bir metre ile beş metre arasında değişiyor. İçindeki su birikintileri ise kimi yerde dize geliyor, kimi yerde de –tecrübeyle sabit- boyu geçiyor.
(Tek tesellimiz, ekipteki bir kişinin yüzme bilmesiydi.)
Kanyondan çıkmak için ya sonuna kadar gitmek ya da geri dönmek gerekiyor. Çünkü kayalar doksan derecelik doğal bir duvar oluşturmuş.
Kanyonun bir diğer özelliği de, ileriyi görme imkanının fazla olmaması. Görüş açısı bazı yerlerde üç metreye kadar düşüyor. En uzağı gördüğümüz anlarda ise bu mesafe, on metreyi ancak buluyor. Dolayısıyla, önünüze çıkacak olan engeli, ancak yanına vardıktan sonra görebiliyorsunuz.
Bu, heyecan ve sürpriz arayanlar için ideal bir durum. Bizim için ise tam bir kabus.
Bakalım ne olacak?
Yukarıdan aşağıya indiğimiz için sıklıkla minik uçurumlarla karşılaşıyoruz. Bu uçurumların ortak özelliği şu: Her uçurumun dibinde mutlaka su oluyor. Yine, uçurum dışarıya doğru değil de, içeriye doğru oluşmuş. Dolayısıyla hem inmek meşakkatli oluyor, hem de indikten sonra derinliğini bilmediğiniz suyu geçmek...
Kanyon `tecrübemiz` arttıkça, kendimize göre yöntemler de geliştirmiyor değildik. Mesela Yusuf arkadaşımızın geliştirdiği yöntem, ikinci denemesinde suya çakılmasına neden oldu. Aynı akıbet, bir başka yöntemin sahibi olan Selçuk için de geçerliydi.
Benim yöntemim ise `bakalım ne olacak` ilkesine dayanıyordu. Müslim arkadaşımız yetişmeseydi, `bakalım ne olacak` sorusunun cevabını az kalsın buluyordum.
Kanyon bitecek gibi görünmüyordu. Üstelik engeller daha da çetin hale gelmeye başladı. Belli bir noktadan sonra her engeli aşmak için adeta ölüm kalım mücadelesi vermek gerekiyordu.
Yol yakınken, bazı arkadaşlarımızda geri dönme eğilimi baş gösterdi. Zararın neresinden dönülse kardı. Ayrıca ileride bizi nelerin beklediği de belli değildi. Dışarıda kırk dereceye yakın sıcak olmasına rağmen, üşümeye başlamıştık. Su da iyice soğumuştu.
Yolculuk devam ettikçe, ihtiyaç listesi de ona göre şekillenmeye başladı. Kanyona inmek için gerekli malzemeler: Merdiven, şişme bot, ip, yedek elbise vs.
Galiba bir kilometre kadar ilerlemeyi başarmıştık. Önümüze çıkan son engel, bizi aşan büyüklükteydi. Buradan geçmek için mutlaka merdiven ve bot olması gerekiyordu.
Geri dönmek durumunda hangi engellerle karşılaşacağımızı bildiğimizden, belki bu son engeldir diyerek, canımızı dişimize taktık ve hem uçurumdan sağ salim indik, hem de boyumuzu geçen sudan `bir şekilde` kurtulduk. Tabii en büyük zayiatı burada verdik. Sigara paketimiz ıslanmış ve artık tütüne tutunma imkanımız kalmamıştı.
Adeta bir mucize gerçekleştirmiş ve bu zorlu engeli geçmiştik.
Suyumuz bitmiş, sigaramız gitmiş, üstümüz başımız ıslanmış, titremeler sıklaşmıştı. Üstelik yakıp ısınabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Başımıza bir iş gelmesi halinde, kimseye haber de veremezdik. Çünkü kapsama alanı dışındaydık.
Yorgunluk da bir haydut gibi bastırmıştı.
İki dağın arasında...
Bir an önce kanyondan çıkalım düşüncesiyle, mola vermeden devam ettik. On metre ileride, bu kez geçmemize imkan olmayan bir engelle karşılaştık. Buradan geçmemiz intihar demekti. Zaten burayı görmüş olsaydık, az önceki yeri de geçmezdik.
Bu kez uçurumun yüksekliği beş metreden fazlaydı. Tutunacak yeri de yoktu. Hemen dibinde de çok derin olduğu belli olan büyük bir su vardı. Adeta gölet...
Buradan geçmek için yapılması gereken tek şey, kayalara çarpma tehlikesine rağmen, beş metre yukarıdan suya balıklama atlamaktı. Suyun derinliğini ölçme şansımız olsaydı, bu ihtimali değerlendirebilirdik. Çünkü ekip makul çoğunluk(!) değildi.
Yarım saat kadar olduğumuz yere kilitlenip kaldık.
Ne yapalım? Sağdan veya soldan kayalara tırmanıp kanyondan çıkma ihtimalimiz hiç yoktu. Yine de denedik.
İleriye gitmemiz mümkün değildi. Yine de denemek için öne atıldım, ne var ki kolumdan tuttular. `Aman ağabey` dediler.
Mecburen geri dönmemiz gerekiyordu. Fakat bu kez de geçtiğimiz bütün o engeller gözümüzde büyüyordu. Üstelik aşağıdan yukarıya olacağı için daha da zorlanacaktık.
Durumumuz, `iki dağın arasında kalmışım oy kalmışım` türküsündeki gibiydi.
Geri dönmek fikri, hepimizi ağlamaklı yaptı. Ama yapacak başka bir şey de yoktu. Yapılması gereken, buradan bir an önce sağ salim çıkmak, sonra malzemeleri tamam edip tekrar gelmek... Malzemeler tamam olursa, Hark kanyonu aşağıdan yukarıya doğru geçilebilirdi.
Dönüş çilesi...
İşte başladığımız nokta!
Her birimiz yürüyen balçığa dönmüştük. Kollarımız, bacaklarımız, hatta sırtımız çiziklerle doluydu.
Selçuk arkadaşımız, `yukarıdaki yaylada bir tanıdığım var, oraya gidip temizlenelim, üstümüzü başımızı kurutalım, karnımızı doyuralım` dedi.
Yaylaya ulaşmak için yola çıktık.
Yayla evi, yetmiş yaşındaki bir amcaya ait. Hanımı öleli çok olmuş. Yemek hazırladı, çay demledi, sağ olsun, bizi mutlu etti.
Sonra kanyon faslı açıldı.
Kanyona gençliğinde bir kere inmiş. Dün gibi aklında... Söylemiyor ama define aramak için indiği kesin.
Nereye kadar gittiğimizi sordu. Anlattık.
`Verilmiş sadakanız varmış` dedi; `öyle kuru bir sopayla kanyona mı inilir?`
`Sizinki büyük cesaret...`
`Oraya kadar yine iyi gitmişsiniz. İyi de dönmüşsünüz.`
Sonra ekledi: `Eğer o uçurumundan aşağıya inseydiniz, bir daha oradan çıkamazdınız. İlerisi adam yutan yarıklarla, derin sularla ve uçurumlarla dolu. Geriye de dönemezdiniz.`
Dersimizi almış, günümüzü görmüş bir edayla yaşlı adamı dinledik; `bir daha yapmayacağız` anlamına gelen tavırlar sergiledik. |