Kurt Hırsı veya Dünyevi Arzular İçin İnsan(!)lıktan Çıkmak
Metin Karabaşoğlu, Kurt Hırsı başlıklı yazısında dünyevi çıkarları için ahretini ve ahlakını satan zihniyeti yorumluyor:ÇOCUKLUĞUMU YAŞADIĞIM mahalle, o tarihlerde otuz bin nüfuslu şehrimizin en yüksek mahallelerinden biriydi ve onu şehrin ana kısmına bağlayan ana yol etrafındaki iki sıra evlerin dizildiği hat hariç, büyük kısmını bir dere ile tepe arasında daire şeklinde yapılanmış haldeydi. Hem o iki sıra evli hattın, hem de geniş dairenin hemen yanı başında ise bitimsiz silsileler halinde zeytin bahçeleri başlıyordu. Sağım solum, önüm arkam hep zeytin bahçeleriyle dolu bir çocuklukta yaşadığımdan bilmem, hâlâ daha zeytin bana çok sevgili bir ağaçtır ve ruhumun teneffüs bulduğu en güzel manzaralardan biri, dört mevsim yapraklı zeytin ağaçlarının zemindeki boz yeşiline otların veya ekinlerin gök yeşilinin karıştığı tablolardır. Bu tabloya bir de sicim gibi dizilmiş halde yere inen taneleriyle yağmur manzaraları eklenmişse, saatlerce seyretsem de sanırım doymam.Mahallemizin şehrin kenarında ve yükseğinde olmasının yanına, çocukluğumuzun geçtiği günlerde sokakların ve evlerin çoğunda elektriğin de olmaması eklenince, özellikle uzun kış akşamları gaz lambasının titrek ışığına elbette nice hikâye eşlik ediyordu. Hayalin hakikate ne kadar müdahale ettiğini bilmediğim, ama o çocukluk günlerinde tamamını hakikat olarak dinlediğim bu hikâyelerin baş kahramanlarından biri, ‘canavar’dı. Sûretini bir türlü kestiremediğim, zihnimde ayı, aslan, sırtlan karışımı belirsiz bir tasvire bürünen o ‘canavar’ları hiç görmemiştim; ama çok yakınımıza kadar gelebileceklerini de biliyordum. Çünkü hikâyenin anlattığı üzere, yaz akşamları ovada peşlerine düşecek, kış geceleri mahalledeki evlerin hemen bitişiğindeki koyun ağıllarına sokulacak kadar hayatımızın içinde idi onlar. Kocasının şehre dönmek zorunda kaldığı bir akşam tek başına ovada kalan, canavar tehlikesine karşı kaldıkları çardağı bırakıp harman yığınları içerisinde uyuyan ‘Karagöz’ün karısı’nın cesaretine dair anlatılanlar, şu kadar sene sonra hâlâ hatırımda.Özellikle kış akşamları büyüklerimizden duyduğumuz canavar hikâyeleri bizi o derece ürkütürdü ki, muhtemel bir tanışma seansına maruz kalmamak için, çok sıkışık halde dahi olsak, bahçenin en uç köşesine inşa edilmiş tuvalete gitmeye çekinirdik. Hele bilhassa daha soğuk, yaslandığımız dağa kar yağdığı gecelerde tepe tarafından gelen ulumaları işitiyorsak. O ulumaların ‘canavarlar’a değil, ‘sinsi ama korkak mahluklar’ olarak tanıtılan çakallara ait olduğu; çakalların ise mahallemizde sayıları mebzul köpeklerden çok korktuğu, dolayısıyla kenarda dolansa da mahalleden içeri adımlarını atmalarının söz konusu olmadığı izahlarıyla yatışırdı korkumuz…Yaşım biraz daha ilerledikçe, büyüklerimizin ‘canavar’ diye anlattığı mahlûkun aslan, kaplan, sırtlan, ayı, leopar gibi vahşi hayvan türlerinden bir tür değil; onlar kadar iri cüsseli bir hayvan da değil, ‘kurtlar’ olduğunu öğrendiğimde ise şaşırmıştım. Bu türlerin hepsi son tahlilde ‘canavar’dı, zira bu kelime Farsça’da ‘can’ kelimesine ‘âver’in eklenmesiyle oluşmuş; can alıcı etobur mahlukatı tarif eden bu can-âver, Türkçe’de ‘canavar’ olup çıkmıştı.Peki, asla ‘canavar’ denildiğinde çocukluk hayalimde tasvir ettiğim irilikte olmayan, ortalama bir köpek cüssesinden hallice, iyi beslenmiş çoban köpeklerinden ise muhtemelen daha küçük olan kurtları çocukluğumuzun akşam hikâyelerindeki ‘en kötü karakter’ ve insanların dillerinde ‘canavar’ denilince ilk kastedilen mahlûk yapan sır neydi?Yaşım biraz daha ilerledikçe, bu sorunun da cevabını öğrenecektim. Sürülere feci zarar veren bir mahlûktu kurt. İstisnaî ‘yalnız kurt’ durumları hariç, birkaç kurttan oluşan sürüler halinde av peşine düşer, ama yine sürüler halinde av peşine düşen aslanların bile asla yapmadığı bir şey yapardı. Aslanlar, meselâ bir ceylan, zebra veya yaban öküzü sürüsüne saldırdığında belli bir hayvanı hedef beller, onu yakaladıktan sonra diğerlerinin peşine düşmez ve artık karnı tok halde ise ceylanların, zebraların veya yaban öküzlerinin alayı önünden geçse de saldırmaya tenezzül etmezdi. Ama kurtlar, açlıklarını giderecek etin miktarı hepi topu iki kilogramı bile geçmez haldeyken, bir ona bir buna derken sürünün neredeyse tamamını telef ederdi. Bu sebeple, cüssece ayı, aslan veya kaplandan çok daha ufak olmakla birlikte, sürüye verdiği zarar onların verdiğinin bazan onlarca, hatta yüzlerce kat fazlası olurdu.Bunu böyle öğrendiğimde, çocukluğumun hikâyelerinde aktarılan ‘canavar’ korkusunu kolayca anlamıştım. Toplamda dört kilo etten fazlasını yemeyecek iki kurt, o dört kilo ete ulaşayım derken, onlarca, hatta yüzlerce koyunu telef ederek, bir ailenin bütün geçimliğini mahv u perişan edebiliyordu. Hatta şöyle düşünmüştüm bu gerçeği öğrendiğimde: Kurtların dili olsa veya çobanlar yahut ağıl sahipleri ile kurtlar arasında sahih bir iletişim mümkün olsa, muhtemelen çobanlar onlara seve isteye ‘acıktığınızda yanıma gelin, karnınızı doyurmak benden, yeter ki sürüme dokunmayın’ diyerek, suhuletli bir çözüm önerirlerdi.Velhasıl, kurt, hele iki kurt veya kurt sürüsü dediğimizde, ihtiyacımı karşılayayım derken, ihtiyacı olanın yüzlerce, hatta binlerce kat fazlasına saldıran; ihtiyacı olan birin peşinde bine zarar veren bir karakter çıkıyor karşımıza.Nitekim, internet üzerinden ‘kurt, koyun sürüsü’ anahtar kelimeleriyle hızlıca bir arama yaptığında bile; 50, 16, 150, 10, 35, 213, 40, 80, 27, 21, 80, 124, 35 diye uzayıp giden bir zayiat haberleri silsilesi çıkıyor karşımıza. İki kilo et için ikiyüz koyunu dahi telef edebilen kurtların haberleri…Durum bu olunca da, kendisi de çocukluk ve gençliğinde bir süre çobanlık yapmış, Mekke civarındaki vadi ve tepelerde koyun otlatmış Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın Ka’b b. Mâlik rivayetiyle gelen şu hadisindeki mânâ, insanın zihninde daha bir netleşiyor: “Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dine verdiği zarardan daha fazla değildir.”*Bu hadis, bilhassa Ramazan ortasından beri, zihnimde yankılanıp duruyor. Çocukluğumun ‘canavar’ anlatılarını yeniden zihnimde canlandıran da bu hadis zaten.İhtiyacı bir iken bine heves eden, biri elde edeyim derken yüze zarar veren ve bir ailenin bütün geçimliğini bir gecede mahvedebilen iki kurdun koyun sürülerine verdiği zarar ortada.Ama zararın daha da büyüğünü insanların dünyasında, özellikle de dindarların dünyasında aramaya davet ediyor hadis bizi. Ve, bizim ‘iki kurdumuzu’ teşhise davet ediyor.Kendisini din ile tanımlayan, ama dünyalıkla imtihanı âhiretini mahvedecek kadar perişan durumda olan garip bir ‘dindarlık hali’nin nasıl zuhur ettiğini de anlıyoruz hadisin işaretinden.Anlıyoruz ki hadisten, ortadaki tablo, ‘kurt hırsı’nın bir neticesi. ‘Kurt hırsı’nı ise, 1 kendisine yetecek iken 1000’i de ele geçirme sevdasından; ‘ihtiyaç’la başladığı yürüyüşün ‘ihtiras’la devam etmesinden anlıyoruz.Kurt gibi olmak, dünyayla temasını ‘kurt gibi’ kurmak, insan için tehlikeli; dindar için bilhassa tehlikeli. Çünkü o hırs uğruna, semavî olanı arzîleştiren, uhrevî olanı dünyevîleştiren bir telefât tablosu çıkıyor karşımıza. Manidardır, kişinin kendisine verdiği zarardan öte, ‘dine verdiği zarar’a dikkat çekiyor hadis. Elhak görüyoruz, kendisini din ile tanımlıyor olsa da dünyayla ve dünyalıkla temasını kurt hırsıyla kuran adamlar ve kadınlar, son tahlilde asıl zararı dinin ölçülerine, ilkelerine, değerlerine, emirlerine veriyorlar.Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, içimizdeki hangi kurtlar ile buna sebep verdiğimizin de haberini veriyor hadisinde. İki kurdun bir koyun sürüsüne verdiği zarardan fazlasını dine vermemize sebebiyet veren ‘içimizdeki kurtlar’ın ilki mal, mülk, dünyalık hırsı; ikincisi de şeref, makam, itibar, iktidar hırsı olarak çıkıyor hadiste karşımıza…Bugünün ‘dindarları’ olarak arzettiğimiz tablo karşısında hadisin çağrıştırdıkları üzerine söylenecek daha çok söz var da, burada duralım şimdilik.Ne de olsa, arif olana işaret kâfi…*. Tirmizî, Zühd 43.
Kaynak: Karakalem.net
#