Bugün Aşura
Basın İktibas
Buhari’nin tahric ettiği Hz. Aişe ve Abdullah ibn Ömer rivayetlerinin icmalinden çıkardığımıza göre, cahiliyye dönemi Arapları âşûrâyı kutlarlardı. Bu onlara Hz. İbrahim’den kalan bir gelenekti. Yine cahiliyye Arapları bu günü oruçlu geçirirlerdi. Peygamberlik geldikten sonra Hz. Peygamber de bu orucu tutmayı sürdürdü.
İkinci görüşe göre âşûrâ, Yahudilerin kutladığı bir bayramdı. Zira onlar Firavun’un zulmünden âşûrâ günü kurtulmuştular. Hz. Peygamber hicretin ardından onların bu günü oruçlu geçirdiklerini görünce, sebebini öğrendi ve “Biz Musa’ya sizden daha evlayız” (Buhari) dedi. Kendisi oruç tuttu ve Müslümanların da oruç tutmalarını tavsiye etti. Hatta bunun için münadiler çıkarttığı rivayeti vardır. Hicretin 2. yılında Ramazan orucu farz kılındı. Bundan sonra da, aynı titizlikte olmasa da, Rasulullah ve isteyen Müslümanlar âşûrâ orucu tutmayı sürdürdüler.
Bu iki rivayeti telif etmek mümkündür. Bizce âşûrâ İbrahimî bir gelenek olarak hem İsmail oğulları hem İshak oğulları tarafından tevarüs edilmiştir. Yahudilerin bölgeye gelişiyle bu iki gelenek tekrar birbiri içine girmiş, birçok alanda olduğu gibi âşûrâ meselesinde de birbirini etkileyerek sürmüştür.
Mevsuk olmayan bazı kaynaklarda, doğruluğu asla ispatlanamayacak olan birtakım rivayetler yer alır: Âşûrâ günü Hz. Adem’in tevbesi kabul edilmiş, Hz. Nuh karaya ayak basmış, Hz. İbrahim ateşten kurtulmuş… İsbatı olmasa da, bunlar kolektif bilincin âşûrânın ruhuna uygun muhayyel bir semeresidir. Anlaşılabilirdir. Her ne güzellik varsa, âşûrâ kazanının içine atılıp karıştırılmıştır. Tıpkı âşûrâ tatlısı gibi, kolektif bilinç de aklına gelen her kurtuluşu muhayyilesinde kurduğu bu kazana atıp karıştırmış, pişirmiş ve gelecek nesillere servis yapmıştır.
Rasulullah’ın Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar tuttuğu âşûrâ orucunu ille de hukuki bir forma oturtmaya çalışan ulemamız, bu konuda görüş birliği içinde değil. Hoş, bu iş ille de formel bir kalıba sokulmak zorunda değil. Ramazan’dan önce de sonra da Efendimiz âşûrâyı oruçlu geçirmiştir. Bizce asıl olan bunun formatif tarafı değil, maksadıdır.
Âşûrânın İbrahimî bir gelenek olduğunu hatırlayacak olursak, Efendimizin bu orucu tutmaktan maksadını, onu inşa ve terbiye eden Kur’an’ın ilkeleri arasında aramalıyız. En’am 90. ayet tam 18 peygamber adı saydıktan sonra şöyle biter: “İşte bütün bu peygamberler Allah’ın rehberliğine tabidirler; şu halde sen de onların izini takip et!”
İşte bu! Allah, âlemlere rahmet Elçi’sini kendisinden öncekilerin yolunu izlemeye çağırıyor. O da Allah’ın bu çağrısına her vesile ve fırsatta uyuyor. Hepsi bu. Bizim için bu maksat, üzerinde ihtilaf edilen normatif yaklaşımların tümünden de daha açıklayıcı ve akleden kalbe daha yatkın değil midir? Efendimiz, âdeti olduğu veçhile âşûrâ orucunda da Yahudilerden ve cahiliyye insanından farklı bir kimlik oluşturmak için tek gün oruç tutmuyor. Muharrem’in 9 ve 11. günlerini veya bunlardan birini 10. günle birleştirerek üç (veya iki) günü birlikte oruçlu geçiriyor.
Maksadı böyle okuduk. Peki bize bundan kalan ne?
Şu: Âşûrâ günü oruç tutan Nebi, kendinden önceki nebilerin izini izliyordu. Biz de bu sünneti devam ettirmekle, aslında Nebi’nin izini izlemiş oluyoruz. Öyle bir kervanın arkasına takılıyoruz ki, bu kervan insanlıkla yaşıt. Bu kervan, insanlığın değişmez değerlerini temsil ediyor. Bu kervan, bizim imanımızı evrensel kılıyor. Bu kervan, bizi nevzuhur ve zıpçıktı belalar karşısında dayanıklı kılıyor. Bu zıpçıktılara dönüp, hal diliyle şöyle demiş oluyoruz: “Sizin kaç günlük maziniz var ki bize posta koyuyorsunuz? Siz kimsiniz? 300 yıllık, 200 yıllık, 150 yıllık, 100 yıllık, 80 yıllık dünkücüksünüz. Yarına sizden ne kalacak, çok tartışılır. Utanmadan karşımıza geçip de efelenmeniz de neyin nesi? Ey zıpçıktılar! İyi bilin ki sizin hepinizi küçümsüyoruz! Sizden korkmuyoruz! Sadece size acıyoruz! Böyle giderseniz, Şeytan’ın askeri olacak, Kabil’in, Nemrud’un, Firavun’un, Âd, Semud ve Lut kavminin akıbetine uğrayacaksınız. Ve biz insanlık destanı boyunca nasıl var olmuşsak, gelecekte de öyle var olacağız!”
Ancak, âşûrâ kazanının içinde tatlı olsa da, tarihimizde aynı gün olan öyle bir olay var ki, tevhid ve adalet ehli Müslümanlar için dünyanın tüm acılarına bedel: Kerbela faciası. Zira o gün yeryüzünün yüzünü karartan bir zulüm işlendi. Cennet gençlerinin efendisi Hz. Hüseyin ve 72 yakını hunharca şehit edildi. Öyle diyordu Hz. Hüseyin: “Şu Dicle’nin suyunu kurtlar dahi içerken, Rasulullah’ın evladını susuzluktan öldürmeniz reva mıdır?”
Hüseyin “akide” için, Yezid “kabile” için savaşmıştı. Rasulullah’ın kendisine “Anam babam sana feda olsun” dediği iki kişiden biri olan Saad b. Ebi Vakkas’ın oğlu ve Yezid’in Hz. Hüseyin’in üzerine saldığı ordunun komutanı Ömer b. Saad “ganime(t)” için savaştı. Bu ganimetçi adam, öldürmeye geldiği Hüseyin namaza durunca ona cemaat olarak uymakta bir beis görmüyordu. Hz. Hüseyin’e de utanmadan şöyle diyordu: “Ey Hüseyin, kalbimiz seninle ama kılıçlarımız Yezit’le”. Şöyle etrafınıza bakın:
Kalbi Hüseyin ile olduğu halde kılıcı Yezid’le olan ne kadar bedhah göreceksiniz.
O günden bu güne zaman değişti, mekân değişti, imkân değişti, fakat savaşın bu üç unsuru değişmedi. Savaşlar yine üç şey uğruna yapılıyor: Akide, kabile, ganime(t). Akide belli. Şimdinin kabileleri “uluslar”, “ulus devletler”, “çıkar çevreleri”, “tröstler” ve “paktlar”. Şimdinin ganimeti de enerji kaynakları.
Arif Çevkel vakit 29 Ocak 2007 #