Türkiye'de bir İmam Hatipli
Bu kavim kurduğu devletlerde ve içine girip geliştirdiği medeniyette merkeze kavmiyeti değil, İslam imanını ve bu imanın telkin ettiği yüce değerleri koydu. Bu sebeple onun devletine ve medeniyetine pek çok ırkın, kültürün, inanç mensuplarının önemli katkıları oldu. Böyle olunca da ırkın ve etnik aidiyetin içinde yer almadığı çeşitli adlarla anılan devletler ve ortak medeniyet, ortak değerleri paylaşan bütün ırkların ve alt kültürlerin devleti ve medeniyeti idi.
İslam dünyaya 'İslam sulhunu' teklif ediyordu. Bu sulh dayatmacı, baskıcı, dönüştürücü bir sulh değildi; hakkın, adaletin, hayvanlara ve bitkilere kadar yayılan merhamet ve şefkatin hakim olduğu bir sulh idi. Herkese hak ettiğini ve layık olduğunu veren, İslam'ın ve insanlığın ortak ahlak değerlerine aykırı olmadıkça her davranışa özgürlük tanıyan, yıkıcı ve bozucu telkin ve propagandalar dışında bütün düşüncelere ve ifadelere hürriyet veren bir sulh idi.
Bütün İslam devletleri bu sulhu, kitabın kavlince gerçekleştirmiş olamasa da tablo belli olduğu için kusur da belli oluyor, telafi ve tekamül yolu hep açık bulunuyordu.
Millet kendi bünyesine en uygun olan dine ve medeniyete sahip olduğu ve onu süreklilik içinde geliştirdiği sürece aynı zamanda maddi olarak da caydırıcı güce sahip oldu; yıkıcı cereyanlar ve dış düşman onunla savaşı göze alamadı, alanlar da mağlup oldular.
Nasıl kişinin biyolojik bünyesi zayıflayıp direncini kaybedince daima meccut olan ve pusuda bekleyen hastalık unsurları, tahrip edici amiller harekete geçer ve onu önce hastalandırır sonra da öldürürse toplumları da ayakta tutan, yaşayıp gelişmesini sağlayan kurallar ve değerler zayıflayıp uygulama alanından çekilince toplum duraklama, bozulma, gerileme ve dağılma (yok olma) süreçlerine girer.
Bu genel kuralı İslam ümmeti de yaşadı. Onun 'ümmetin en büyük kitlesini içine alan' son devleti Osmanlı yıkılıp dağılınca ümmet, ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağıldı. Devlet ve medeniyet düşmanları bu tanelerin bir daha toplanıp bir tesbih oluşturmasını engellemek için düşünebildikleri bütün tedbirleri aldılar. Bu dağıtıcı, yıkıcı, öldürücü tedbirlerin başında zihniyet değişikliğini sağlamak geliyordu. Bunun için ümmetin kabiliyetli çocuklarını ele aldılar, kendi okullarında okuttular, sonra ümmetin başına getirdiler, eğitimden yönetime, ekonomiden askerliğe kadar bütün alanlarda onlarla iş tuttular. Çok da uzun olmayan bir süre içinde ümmetin çocukları, kendi din ve medeniyet değerlerine hor bakmaya ve ötekinin değerlerini yüceltmeye başladılar. Ümmetin avam kısmı bir yandan savaş, açlık ve sefalet ile boğuşuyordu, öte yandan medreseler halkı uyarma ve şuurlandırma vazifesini hakkıyla yapamadılar. Uzun yıllar saltanatla yönetilmiş halkın siyasete ve ümmetin kaderine yön verme kabiliyeti kalmamıştı. İşler tepeden hallediliyor, çözülüp bağlanıyordu. Yıkılışı tamamlayan okumuş nesil, seçkinler, yöneticiler, ümmet (artık adı halk olmuştu) adına karar verdiler ve onların henüz değişmemiş olan zihniyetini de kale almayarak peşpeşe inkılaplar yaptılar ve bünyeye uymayan bir zihniyeti, dünya görüşünü, düzeni ve uygarlığı halka dayattılar.
Yiğit düştüğü yerden kalkardı ama ne yazık ki o düşünce yerini değiştirmişlerdi.
Böylece yıllar geçti, masa (bir kısmı içki masası) başında alınan kararlara dayalı icraat, bir zamanlar dünyaya insanlık değerlerini sunan ümmetin en önemli parçasını perişan etti, diğer parçalarıyla ilişkisini kesti, yöneldiği yabancı uygarlığın sahiplerince de kabul edilmedi; yani iki arada bir derede kaldı.
Türkiye'de bir İmam Hatipli işte böyle bir ortamda doğdu. Sonra ne mi oldu? İnşaallah yarına.
Hayrettin Karaman YeniŞafak
#